1989’da Moskova’da Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin tek elden yönettiği sözde sosyalist ekonomik düzen çöktü. Temel nedeni de, kapitalist ekonomik düzenin patronu Amerika Birleşik Devletleri ile giriştiği başta nükleer olmak üzere silahlanma yarışı için ekonomik ve teknolojik alt yapısına kaynak aktaramaz duruma düşmesi oldu.
O batıştan başlayarak, Çin dahil hemen bütün ülkeler, küresel sermayenin kanatları altına girme yarışına katılmak zorunda kaldılar. Bu çok önemli dönüşüm, (her ülkede kendine özgü bazı küçük-orta ilkesel ayrılıkları koruma çabası sürse de), tarihi siyasal-ideolojik ayrışmanın nedeni olan, ilkesel ekonomik-sosyal hedeflerden önemli vaz geçişleri getirdi.
Benzer fırtınanın en hızlı ve etkin estiği ülkelerden biri de Türkiye’miz oldu. Zaten ikinci dünya savaşından sonra 1950’de seçimi kazana Demokrat Partinin “yeter söz milletindir” sloganıyla halka vaadi, “ülkeyi küçük Amerika” yapmaktı. Özü de, kurtuluştan sonra boş ve verimsiz Anadolu toprağında, (başta enerji ve yol olmak üzere alt yapıda, tarımda ve sanayide) halkımızın yaşamsal gereksinmelerini sağlamak için devlet eliyle yaratılan üretim ve hizmet kapasitesini ( kamu kuruluşlarını), yabancı sermaye güdümündeki yerli işbirlikçiler ile ikame etmekti.
Özel sektörün yatırılabilir tasarruf gücü yok denebilecek kadar az olduğu için iki büyük parti (merkez sağ ve sol) arasında kırk yıla yakın süren tartışmaya karşın, 1980’lerin ikinci yarısına kadar devletin öncülüğündeki “karma ekonomi” uygulaması devam etti. Hemen belirteyim bu dönemde, milli gelirin yıllık artışı hiçbir zaman yüzde 3’ün altına düşmedi ve hatta hedef alınan yüzde 7’nin üstünde yüzde 9 artış sağlanan bir yıl bile oldu. Ayrıca, fert başına milli gelir düzenli artış gösterdiği gibi gelir dağılımı da tam adil olmasa da ahlaki ve vicdani kabul sınırlarında idi.
24 Ocak 1979 kararlarıyla başlayan 1990’larda “liberalleşme” adıyla hızlanan özelleştirmeler, özel sektöre kamu kaynaklarından sağlanan teşvikler, emekçilerin örgütlü haklarında yapılan kısıtlamalar ve finans sektöründe yabancı sermayeye açılan kapılar, ekonominin yapısını mal ve hizmet üretiminden, serbest para pazarına dönüştürdü.
2008’e kadar süren bu gidiş, ekonominin yatırım ve üretim kapasitesini olağan üstü düşürdü ve “paradan para kazanma” düzeni ülkeye hâkim oldu. Doğal olarak enflasyon yerleşik hale geldi, gelir dağılımı uçurumu derinleşti, işsizlik (genç işsizlerde yüzde 30’larda) çok yüksek oranlara çıktı.
2008 ekonomik krizinde “bizi teğet geçti” diyen Başbakan, başından beri inatla tırmandırdığı hukukî ve siyasi savaşımı kazandığına karar verdi ve artık bilinçaltındaki asıl hedefi “Ümmetin Lideri (Tek Adam)” olma yolunda hızlandı. Politikada “ustalık” dönemine girdiğini söylerken, önündeki gerçek engelin halkın “aş-iş” derdinden dolayı yükselen tepkisini savuşturmayı-karartmayı çok iyi öğrendiğini işaret ediyordu.
Görsel ve yazılı medya başta, propaganda kanal ve kurallarına el koyması bu ustalığını belgeledi. Yasama, yürütme ve yargı erkini kontrolü altına almasının asıl nedeni, seçmen indinde vazgeçilemez ve seçeneksiz olduğu hesabına dayanıyordu. Ve sonuç aldığına inandığı için artık uluslararası sermayenin güdümündeki ekonomiyi de (özellikle mali yapıyı da), tek başına ve tek elden yürütmeye girişti.
Son iki yıldır görünürde Hazine Bakanının (Damadın) ama gerçekte Partili Cumhurbaşkanının, başta Merkez Bankası ve Kamu Bankalarının faiz ve kredilendirme uygulaması olmak üzere aldığı kararlar, Türkiye ekonomisinin Osmanlının son döneminde ilk kez yaşanan işte bu günkü ekonomik çöküşüne sebep oldu. Abartı olsa da, bazı çevrelerde ülkenin ikinci kez “düyunu umumiye” gitmekte olduğu tartışılır durumda.
Yine de, laik demokratik Türkiye Cumhuriyetinin, halkın olağanüstü özverisiyle 1923’de başlattığı ve bütün yanlışlık ve eksikliklere karşın 2002’ye kadar ulaşılan alt yapı, tarım ve sanayideki üretim ve istihdam kapasitesinin gücünü hiç kimse yadsıyamaz. AK Sarayın akıl ve bilim dışı saplantılı karar ve uygulamalarına karşın, bu üretim ve yetişmiş insan kaynağı (alt yapısı), toplumsal umudu kesinlikle canlı tutacaktır. Ve laik demokratik cumhuriyet sevdalılarının, “çağdaş uygarlık düzeyine” ulaşma savaşımının her koşulda süreceğine ben, kamu hizmetinde ve siyasette yarım yüzyıldan fazla olan deneyim ve yaşadıklarıma dayanarak inanıyor ve güveniyorum.
Erol Çevikçe