“Sarı Öküz’ü Verdiğimiz Gün Kaybettik: Kapitalizmin Sessiz İşgali ve Türkiye’nin Gidişatı”
Bir zamanlar bir grup güçlü öküz, otlaklarında barış içinde yaşardı. Birlik içinde oldukları sürece ne dışarıdan gelen tehditlere boyun eğdiler ne de aralarındaki bağı zayıflattılar. Ancak gün geldi, aslan onları bölmenin yolunu buldu. Öküzler, en gözde kardeşleri olan sarı öküzü, huzur vaadi karşılığında aslana teslim ettiler. O gün birliği kaybettiler; o gün direnişi kaybettiler; o gün tüm geleceklerini aslanın pençelerine teslim ettiler.
Türkiye’nin son birkaç on yılda yaşadıkları, bu hikayeyi anımsatmıyor mu? Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan Sümerbank’tan Etibank’a, şeker fabrikalarından demir-çelik tesislerine kadar tüm ekonomik değerlerimiz, ülkenin kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayan güçlü bir birlik oluşturuyordu. Fakat ne zaman ki “özelleştirme” adı altında bu değerlerimiz birer birer satılmaya başlandı, işte o gün sarı öküzümüzü aslanlara teslim ettik.
Kapitalizmin işgal stratejisi Irak, Suriye ve şimdi de Türkiye gibi ülkelerde hep aynı. Önce halkı ekonomik krizlere sürükleyerek korkuturlar. Ardından “çözüm” olarak özelleştirme, borçlanma, yabancı sermaye ve dışa bağımlılığı önerirler. Tıpkı Irak’ın ordusunu, bürokrasisini ve kaynaklarını Keşnizani tarikatı eliyle ele geçirdikleri gibi, Türkiye’de de tarikat ve cemaatleri birer “Truva atı” olarak kullanarak devletin kilit noktalarını kontrol altına aldılar. Halk, özgürlüğünü kaybettiğinin farkına vardığında ise, artık iş işten geçmişti.
Bugün, Atatürk’ün “bağımsızlık benim karakterimdir” anlayışıyla kurulan Türkiye, bağımsızlığını bir kez daha tehlikeye atıyor. İlk fabrikayı, ilk köprüyü, ilk madeni sattığımızda belki farkında değildik, ama işte o gün özgürlüğümüzün ilk temellerini yitirdik. Bugün ne tarımda kendimize yeterliyiz ne de enerjide dışa bağımlılığımızı azaltabildik. Üretim ekonomisinden tüketim ekonomisine geçişin bedelini, açlıkla, işsizlikle ve borçla ödüyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti, Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kurulduğunda, milletin ortak iradesi ve bağımsızlık tutkusu, yeni bir geleceğin temel taşlarını oluşturdu. Atatürk’ün liderliği altında, yalnızca askeri zaferler değil, ekonomik ve sosyal alanda da devrim niteliğinde adımlar atıldı. Eğitimden sanayiye, tarımdan kültüre kadar her alanda kalkınma hamleleri gerçekleştirilirken, Türkiye bağımsız ve kendi kendine yeten bir devlet olma yolunda ilerledi. Bu birlik ve beraberlik ruhu, Atatürk’ün ölümüne kadar sürdü ve sonraki yıllarda da devlet adamlarının sorumlu duruşuyla korunmaya çalışıldı.
Bu güçlü duruşun en büyük sınavlarından biri, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşandı. Dünya, tarihin en kanlı savaşlarından birine tanıklık ederken, 65 milyon insan yaşamını yitirdi. Ancak Türkiye, akılcı diplomasi ve tarafsızlık politikaları sayesinde bu büyük yıkımın dışında kalmayı başardı. Savaşın en çetin günlerinde dahi, ülke içinde barış ve güvenlik sağlandı. Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi, yalnızca Türkiye için değil, tüm dünya için bir örnek teşkil etti. Bu süreçte ne bir kişinin burnu kanadı ne de Türkiye’nin bağımsızlığı tehlikeye düştü.
Ancak 1950’li yıllara gelindiğinde, dünya üzerinde emperyalizmin yeni oyunları devreye girmeye başladı. Ekonomik bağımsızlığını koruyan ve kendi üretim gücüne sahip olan Türkiye, bu kez “yardım” adı altında çeşitli vaatlerle kuşatılmaya çalışıldı. Marshall Planı gibi programlarla başlayan süreçte, tarım ve sanayi politikalarımıza müdahale edildi. İlk fabrikalar, “özelleştirme” adı altında satıldı. Stratejik tesisler, kamu yararına çalışan işletmeler birer birer elden çıkarıldı. Yerli üretimin yerini ithalata dayalı tüketim ekonomisi aldı.
Başlangıçta yavaş ilerleyen bu süreç, ilerleyen yıllarda hız kazandı. 1980’lerden itibaren, özelleştirme politikaları Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığını ciddi ölçüde zedeledi. Sümerbank’tan Etibank’a, şeker fabrikalarından kömür ocaklarına kadar ülkenin üretim gücü, küresel sermayenin kontrolüne geçti. Bu durum, yalnızca ekonomik zafiyetle kalmadı; aynı zamanda Türkiye’nin siyasal ve sosyal dengelerini de derinden sarstı. Bugün gelinen noktada, emperyalizmin bu uzun vadeli planlarının, Türkiye’yi ekonomik bağımsızlıktan yoksun, borca dayalı bir düzene sürüklediği aşikardır.
Bu süreç, birlik ve beraberliğin kaybedildiği, emperyalizmin vaatlerinin tuzak olduğu bir dönemin başlangıcını temsil eder. Türkiye, üretimden vazgeçerek tüketim toplumuna dönüştü. Oysa Atatürk’ün miras bıraktığı model, yalnızca bugünün değil, yarının da ekonomik, sosyal ve siyasal bağımsızlığını güvence altına alacak bir kalkınma modeli sunuyordu. Bu mirasın korunması, ülkemizin geleceği için hayati önemdedir.
Kapitalizmin bu sessiz işgal sürecini anlamak için Irak örneğine bakmak yeterli. Saddam Hüseyin, halkı için direndiğini sanırken, Keşnizani tarikatı CIA kontrolünde ülkenin tüm dinamiklerini içten içe çürütmüştü. İşgal günü geldiğinde, ne bir tank sokağa çıktı ne de bir uçak havalandı. Irak, içten fethedilmişti. Türkiye’nin de bugün benzer bir süreci yaşadığını görmek için çok uzağa bakmaya gerek yok. Devlet kurumlarının işlevsiz hale getirilmesi, eğitim sisteminin çağdaş değerlerden uzaklaştırılması, üretim ekonomisinin yok edilmesi, milyonlarca sığınmacı ile demografik yapının değiştirilmesi ve nihayetinde laik sistemin yozlaştırılması, bu işgalin sessiz adımlarıdır.
Tüm bu yaşananlar bize bir gerçeği tekrar hatırlatıyor: Birlikten, dayanışmadan ve bağımsızlıktan vazgeçtiğimiz gün kaybetmeye başlarız. Sarı öküzü aslana teslim ettiğimizde, sadece bir bireyi değil, geleceğimizi de kaybederiz. Bugün hala üretim ekonomisine, laik eğitime, bağımsız bir hukuk sistemine ve Atatürk’ün ilke ve inkılaplarına sarılarak mücadele edebiliriz. Ancak bu mücadele ertelenirse, Türkiye’nin de Irak ve Suriye gibi bir iç savaş ve parçalanma sürecine sürüklenmesi kaçınılmazdır.
Sonuç olarak, geçmişte yapılan hataları tekrarlamamak için halk olarak gözümüzü açmalı, gerçekleri anlamalı ve “Sarı Öküz’ü vermemek” için mücadele etmeliyiz. Çünkü ülkenin bağımsızlığı, yalnızca ekonomik ya da askeri bir kavram değildir. Bağımsızlık, aynı zamanda halkın geleceğini, onurunu ve yaşam hakkını koruma iradesidir. Bu iradeyi kaybettiğimiz an, tüm ülkenin sonunu hazırlamış oluruz.
Unutmayalım: Birlikten vazgeçtiğimiz gün kaybetmeye başladık. Ama yeniden birlik olursak kazanabiliriz.
İ. Yalcın Çınar Sarıkaya 08.01.2025 Muğla