Her geçen gün, kadınlarımızın hayattan koparılmasına, öldürülmesine tanık oluyoruz. Geçtiğimiz gün İstanbul’da bir kadının başının kesilmesi ve vahşice katledildiği haberleri gündem oldu.  İstanbul Sözleşmesi’nin iptalinin ardından artan kadın ölümleri, toplumumuzun derin yaralarını ve bu acımasız döngüyü sorgulamamızı gerektiriyor. Kadın cinayetlerinin ardındaki nedenleri anlamak, bu şiddetin neden bu denli yaygınlaştığını ve nasıl durdurulabileceğini sorgulamak zorundayız.

  Kadın cinayetleri, özellikle son yıllarda Türkiye’de artan bir toplumsal sorun haline geldi. Kadınların vahşice katledildiği bu olaylar, toplumun birçok kesiminde büyük bir infiale yol açarken, bu cinayetlerin ardında yatan toplumsal ve kültürel sebeplerin de daha derinlemesine incelenmesi gerektiğini gözler önüne seriyor. Türkiye’de kadın cinayetlerinin artışı, kadın hakları ihlalleri, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, adalet mekanizmasındaki eksiklikler ve toplumsal değer yargıları gibi pek çok farklı faktörle ilişkilendirilebilir.

   Birinci olarak, kadın haklarına yönelik en büyük darbe, İstanbul Sözleşmesi’nin 2021 yılında feshedilmesiyle yaşandı. İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddeti önlemeyi ve mağdurları korumayı amaçlayan uluslararası bir anlaşmaydı. Türkiye’nin bu sözleşmeden çekilmesi, birçok kesimde, özellikle kadın hakları savunucuları arasında büyük bir hayal kırıklığı yarattı.

   Bu kararın ardından, kadın cinayetlerinde gözle görülür bir artış oldu. İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddetin tüm boyutlarıyla ele alındığı, şiddete karşı koruyucu tedbirlerin devlet tarafından alınmasını zorunlu kılan bir metindi. Ancak bu koruma kalkanı kaldırıldığında, kadınlar daha fazla savunmasız hale geldi.

  Toplumda kadına yönelik şiddetin artışındaki bir diğer etken ise toplumsal cinsiyet rolleri ve kadın-erkek eşitsizliğidir. Geleneksel toplumsal normlar, kadını ikinci plana atmakta, kadının yaşamı üzerinde erkeğin söz sahibi olmasını normalleştirmektedir. Türkiye’de ataerkil bir kültür hâkimdir ve bu kültürün içinde kadınlar, sık sık bir mal gibi görülmekte, birey olarak değerleri yok sayılmaktadır. Bu zihniyet, kadına yönelik şiddetin temel nedenlerinden biridir.

  Toplumda kadınların özerkliği ve hakları üzerinde baskı oluşturan bu yapılar, bireylerin kadınları güçsüz ve savunmasız görmesine neden olmaktadır. Bu nedenle, kadınlar eşleri, sevgilileri ya da eski partnerleri tarafından öldürüldüğünde, bu cinayetler sıradanlaşmakta ve toplumda hak ettiği tepkiyi görmemektedir. Aile içi şiddet, kadınların iş yerinde, sokakta ya da sosyal yaşamda maruz kaldıkları ayrımcılıkla birleştiğinde, bu şiddet döngüsü giderek derinleşmektedir.

  Adalet mekanizmasının işleyişi de bu sorunun çözümsüz kalmasına katkıda bulunuyor. Kadın cinayetleriyle ilgili açılan davalarda, faillerin aldığı cezaların caydırıcı olmaması ya da iyi hâl indirimleri uygulanması, bu tür suçların işlenmesini kolaylaştırıyor. Kadınlar öldürüldükten sonra “haksız tahrik indirimi” gibi gerekçelerle faillerin daha az ceza alması, adaletin yerini bulmadığına dair toplumsal algıyı güçlendiriyor. Bu da failleri cesaretlendirirken, kadınların kendilerini savunma mekanizmalarına duyduğu güveni azaltıyor.

  Türkiye’deki kadın cinayetlerinin artışındaki bir başka neden de medyanın ve toplumun bu olaylara yaklaşımıdır. Kadın cinayetleri çoğu zaman bir sansasyon aracı olarak kullanılıyor, medyada geniş yer buluyor, ancak olaylar soğuduğunda sorunlar derinlemesine ele alınmadan gündemden düşüyor. Bu durum, toplumsal bilincin sürekli bir şekilde uyanık kalmasını ve çözüm yollarının geliştirilmesini engelliyor. Kadın cinayetlerine yönelik haberler, şiddeti normalleştiren bir dil kullanıldığında ise toplumda şiddetin meşrulaştırılmasına zemin hazırlıyor.

  Tüm bu sorunlar, eğitimin de yetersiz kaldığı bir toplumda daha da ağırlaşıyor. Toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi, ilkokuldan itibaren müfredata dahil edilmeli, çocuklara kadın-erkek eşitliğinin önemi aşılanmalıdır. Ancak Türkiye’de bu tür eğitimlerin yeterli düzeyde verilmediği görülüyor. Sonuç olarak, nesiller boyu devam eden ataerkil zihniyet, şiddeti sıradanlaştıran bir toplum yapısı oluşturuyor.

Sonuç olarak, Türkiye’de kadın cinayetlerinin artışı, toplumun derin yapısal sorunlarına işaret etmektedir. Kadın hakları konusunda gerekli adımlar atılmadığı, cinsiyet eşitsizliğini besleyen sistemler reformdan geçirilmediği sürece, bu şiddet döngüsü devam edecektir. Kadınlar, bir birey olarak hak ettikleri saygıyı görmeli, devlet politikalarıyla korunmalı ve toplumsal zihniyet değişimi teşvik edilmelidir. Kadınlar yalnızca birer istatistik değildir; her biri, eşit, özgür ve şiddetsiz bir yaşamı hak eden bireylerdir. Kadınların maruz kaldığı bu şiddet, sadece kadınların değil, toplumun bütün kesimlerinin ortak sorumluluğundadır ve bu konuda harekete geçmek zorundayız.

İsmail Erdal 07.20.2024 Muğla